23 Temmuz 2013 Salı

Macaristan'da Türk İzleri


Anayurttan Atayurda Türk Dünyası Dergisi, Yıl:10, Sayı 23, 2002, Sayfa:35-47.
  

MACARİSTAN’DA TÜRK  İZLERİ

 
Selçuk Çolakoğlu[1]
 

2002 yazında bir aylık bir programa[2] katılmak için düştü yolum Macaristan’a. Ancak bu seyahat benim için tarihe yapılan bir yolculuk oldu. İstanbul’dan uçakla iki saatte varılan Macaristan, Macarlar için olduğu kadar bizim için de çok anlamlıymış meğer. Hemen hemen herkes Osmanlı döneminde Budapeşte’nin adının Budin olduğunu bilir. Ancak bizim için Budin çok eskilerde kalmış bir beldenin adıdır. Kimse doğru dürüst bilmez Budin’in Türkler açısından hikâyesini. Sadece Balkanlardaki bir çok beldeyle birlikte anılır adı o kadar. Peki ya Estergon, Mohaç, Zigetvar ve Kanije size neler hatırlatıyor?  Evet, benim de Macaristan’a gitmemle donakalmam bir oldu. Tüm bu isimler, bugün de kullanılan şehir adlarıydı.

Tuna nehrine nâzır Estergon kalesinin taşlarına dokunurken diğer yabancı turistler neler hissetti bilemiyorum. Ama ben tarih tünelinin içine dalmış gibi hissediyordum kendimi. Küçüklüğümde seyrettiğim Kara Murat filmleri ve Cüneyt Arkın’ın bir burçtan öbür burca sıçrayışı, Ömer Seyfettin’in tarihi kahramanlık hikâyeleri ve Yahya Kemal’in hasret kokan Rumeli dizeleri birer birer canlanıyordu zihnimde. Lise tarih kitaplarında Osmanlı’nın yükseliş ve çöküşünü anlatan kuru cümleler içindeki tarihi Macar şehirleri de birer birer sıyrılıp geliyordu. Estergon Kal’asına oturmuş Mavi Tuna’yı seyrediyorum dalgın gözlerle. Evet, Türk edebiyatında üzerine binlerce şiirler yazılmış, aşk hikâyeleri anlatılmış güzel Tuna hemen önümde kıvrılarak biraz da nazlanarak akıyordu. Osmanlı’dan kalma bir tek çivi bile bırakmamışlar ama olsun Estergon yine benim şehrimdi. Budin’in kuzeyindeki bir sınır kalesiydi Estergon besbelli. Akıncılar burada cirit atıyor, bir adım ötedeki Viyana’dan veyahut başka bir düşman ilinden yapılabilecek “kahpe” saldırılara karşı koruyorlardı hem bu beldeyi hem de tüm Osmanlı’yı. Bazen de Tuna nehrinin sularına bakarken dalıp Menderes’in, Kızılırmak’ın, Fırat’ın ve Nil’in kıyısında bıraktıkları sevdiklerini düşünüyorlardı.

Beni esas şaşırtan ise Osmanlı’nın burada yaklaşık bir buçuk asır kalmış olmasıydı. Dile kolay onca yıl kaç nesil gelip geçmişti buradan. Halbuki Osmanlı’nın Balkanlar tarihi kuru cümlelerle anlatılır lise tarih kitaplarında. İnsan birkaç yıllık dönem sanıyor bunu. Acaba o satırları yazanlar bir kez olsun gelip görmüşler miydi bu beldeleri? Gelseler bu kadar yavan anlatabilirler miydi bu beldelerin destanlarını?  Buradan gelip geçen onca Anadolu evlâdının hikâyelerini birkaç satıra sığdırabilirler miydi o zaman?

 Ya Türklerin Avrupalılığını sorgulayan, Avrupa’yı bir “Hıristiyan Kulübü” sananlara ne demeli. Avrupa’nın göbeğinde her şeye rağmen bugüne kadar direnmiş camileri, türbeleri ve Müslümanların mezar taşlarını hiç mi görmüyorlar? Tarih kitaplarına hiç mi göz atmadılar. Yoksa okumak mı istemiyorlar? Ecdât asırlar öncesinden Avrupalıymış zaten. Kimseye yalvarmadan, kendi olarak ve bileğinin gücüyle kabul ettirmiş Avrupa’ya kendini. Aynı zamanda hem Asyalı hem de Afrikalı olmuş. Yalvarma yok, yakarma yok, hele “ev ödevi” hiç yok. Çünkü ödevleri o zaman biz verirmişiz Fransa kralına, Habsburg hanedanına. Hele bir okutmak lazım onlara Eğri (Eger) Kal’ası şiirinin dizelerini.

Küffar sanır hüccet almış Eğri’ye

Hâli benzer nefes çekmiş bengiye

Bire sorun Nemçeliye Lehliye

Ne çabuk unuttular

Mohaç Zigetvar’ı Temi Barı uyması

 

Yağız atın dikelinceyesi

Başımızdan esti gaza nefesi

Bire sorun nerde Nemçe Kalesi

Dayanır mı zülfikâre kellesi

 

Budapeşte


Osmanlı zamanında Budapeşte, Tuna Nehri’nin batısındaki Buda ve Obuda ile nehrin doğusundaki Peşte’den ibaret üç ayrı yerleşim yeriymiş. Tabii içlerinde en önemli olan Buda yani Osmanlı dönemindeki adıyla Budin imiş. 1540-1686 yılları arasında Osmanlı idaresine giren Budin, tıpkı bugünkü Macaristan’ın tamamına yakını gibi yaklaşık bir buçuk asır Türklerin hakimiyetinde kalmıştır. Budapeşte, Karadeniz üzerinden Tuna yoluyla İstanbul’dan nispeten kolay ulaşılan bir vilayet merkezi olduğu için kolayca Türkleşmiş. Budapeşte’nin her üç kısmında Evliya Çelebi’nin anlattığına göre 25 cami, 47 mescit, 12 medrese, 16 sıbyan mektebi, 10 tekke ve yanlarında türbeleri, 2 hamam, 8 ılıca, 9 han, 1 çeşme ve 1 baruthane bulunuyordu. Camilerin bir kısmı kiliseden çevirme olsa da çoğu klasik Osmanlı mimarisiyle yapılmış eserlerdi.Yani tıpkı bir çok Rumeli beldesinde olduğu gibi Budapeşte’nin bir Edirne’den, bir Bursa’dan hiçbir farkı yoktu. Macar Milli Müzesi’nde Osmanlı dönemi şehirlerini canlandıran tüm gravürler tipik Osmanlı beldesi özelliğini yansıtmaktadır.

Bugüne gelene kadar Osmanlı döneminden kalma eserlerde çok dramatik bir düşüş olmuş. Budapeşte’de halen 4 hamam-ılıca, 1 türbe, 1 kabir, 1 mezarlık, Türkler tarafından cami olarak kullanılmış ve mihrabı duran birkaç kilise ile müzelerde sergilenen bazı eşyalar bulunmakta. Estergon gibi pek çok yerde kasıtlı olarak Türklerden kalma hiçbir iz bırakılmamış. Ancak geride kalan bu az sayıdaki Osmanlı eserine artık sahip çıkıldığını görmek insanı biraz olsun teselli ediyor. Bir tarafta Türkiye’nin kurum ve kuruluşlarının gayretleri, diğer tarafta Macarların iyi niyeti. Macarlar artık Türk eserlerini bir kültürel zenginlik olarak görüyorlar. Belki de eskiden yaptıkları tahribatın ezikliğini üzerlerinden atmaya çalışıyorlar. Zaten Türk eserlerinin tahrip edilmesi Osmanlı hakimiyetinin sona erdiği ilk yüzyıl içinde olmuş. Bu bağnazlıkta Macarlardan çok esas hakim unsur olan ve Osmanlı’nın baş hasımlarından Avusturya Habsburg İmparatorluğu’nun yani Almanların payı büyük. Zaten 1686 yılında Budin düştükten sonra uzun yıllar Macarlara yerleşme izni vermeyip sadece Almanları yerleştirmişler. Tabii diğer taraftan tam bir turizm cenneti haline gelmiş Macaristan, ülkesine gelen yabancı turistlere Osmanlı eserleri sayesinde kültürel zenginlik sunma imkânına da kavuşmuş oluyor. En azından biz Türkleri çekiyor buralara.

Prof. Simai’nin Osmanlı üzerine sözleri


Macar Bilimler Akademisi Başkanı Prof. Mihaly Simai, çeşitli defalar yaptığım görüşmelerde bana Osmanlı’yla ilgili çok ilginç şeyler anlattı. Prof. Simai’ye göre Macaristan’da 150 yıl hüküm süren Osmanlı’nın tarihi, burayı sonradan ele geçiren Avusturyalılar tarafından çarpıtılmış. Macarlar Osmanlı toplumuyla son derece iyi bir şekilde kaynaşmışlar ve Osmanlı’da Macar paşalar da bulunuyormuş. Değişik iş kollarında çalışmak üzere bazı Macarlar tüm Osmanlı coğrafyasına dağılmışlar. Macar mutfağı Türk mutfağından çok etkilenmiş. Normalde Macar mutfağında kullanılmayan baharat, Türk mutfağından etkilenerek yaygınlaşmış. Ayrıca Türk hamamları da sosyal ve kültürel açıdan Macarlara büyük bir katkı sağlamış. Bir Macar akademisyeninin hem de güya karşı cepheden birinin Osmanlı’yı böyle takdir etmesi oldukça ilginç.

Prof. Simai’nin anlattığı bir başka konu daha var. Osmanlı Macaristan’ı fethettikten sonra, padişah tüm Macarca eserlerin Türkçe’ye tercüme edilmesini emretmiş. Böylece o zamana kadar Macarca yazılmış önemli bir çok edebi eser Türkçe’ye çevrilip İstanbul’a gönderilmiş. Daha sonra bu eserlerin Macarca asılları savaşlar ve doğal afetler gibi sebeplerden ötürü kaybolmuş. Şimdi Macar tarihi ve edebiyatı üzerine çalışan uzmanlar kendi kültürlerini öğrenebilmek için İstanbul’daki Osmanlı kütüphanelerinde çalışma yapıyorlarmış.

Gül Baba Sokağı ve Türbesi


Gül Baba Türbesi Budapeşte’nin Obuda semtinde Macarca Rozsadomb yani Gül Tepesi denen bir yerde. Türbeye giden yola da Gül Baba Sokağı adını takmışlar. Yamaca kurulmuş bu sokakta hâlâ cumbalı Türk evlerini bulmak mümkün. Eski İstanbul sokaklarını hatırlatan Arnavut kaldırımlı bu dar sokak, âdeta insanın içini okşuyor.

Gül Baba Türbesine gelince... Bir Bektaşi Dervişi olan ve 1541’deki Budin Savaşı sırasında şehit düşen Gül Baba, külahında hep gül taşıdığı için Gül Baba veya Gül Dede olarak anılırmış. 1531’de Kanuni Sultan Süleyman’ın davetiyle Budin’de tekke kurmuş. Türbenin yanındaki tekke, Budin düştükten sonra yıkılmış. Türbe ise çok defalar tadilat görmüş. Mütevazı türbesini çevreleyen bahçesinde küçük bir havuzu ve gül saksıları var. Gül Baba’nın sandukasının yer aldığı türbenin içi ise hat sanatıyla yazılmış çeşitli ayetlerle süslenmiş. Üzeride ayetler yazılı yeşil örtülü ve başında Bektaşi sarığı bulunan sandukanın etrafına rasgele seccadeler sermişler. Türbe bahçesiyle birlikte gayet temiz ve bakımlı. Budapeşte’nin ortasında insana ayrı bir medeniyetten seyir zevki veriyor.

Abdurrahman Abdi Arnavut Paşa Kabristanı


Osmanlı’nın son Budin beylerbeyine ait bu kabir, Buda kalesinin kuzey ucunda yani Siyavuş Paşa burcu üstünde yer alıyor. Kabristan bir zamanlar mescit olarak kullanılan Magdalene kulesine (Orta Cami) yakın ve Askeri Tarih Müzesi’nin hemen arkasında. Abdurrahman Paşa Kabri’nin Gül Baba gibi türbesi yok. Mezar taşına Macarca, eski ve yeni harflerle Türkçe yazılar yazılmış. Mütevazı ama şirin kabri çiçeklerle süslenmiş.

Mezar taşında son Budin Beylerbeyi Abdurrahman Abdi Arnavut Paşa’nın 2 Eylül 1686 günü öğleden sonra kabrinin bulunduğu yerin yakınlarında 70 yaşındayken şehit düştüğü yazılı. Budin’in son Osmanlı valisi şehrin savunmasında gösterdiği cesaretten dolayı “kahraman düşman” olarak takdir görmüş. Osmanlı’dan kalan her iz hemen silinmeye çalışılsa da onun için bir kabir yapılmış. Abdurrahman Paşa, Gül Baba’dan sonra kabrine saygı gösterilen ikinci kişi.

Türk Mezarlığı


Kraliyet Sarayı’nın yanındaki bu mezarlık, Buda kalesinin güney ucunun hemen dışında, Mustafa Paşa ve Debbağhane hamamlarının biraz kuzeyinde yer alıyor. Mezarlık, on onbeş  kadar sarıklı mezar taşından ibaret. Burası eskiden kalma bir kabristan olmayıp Buda kalesi içinde bulunan mezar taşları sonradan bir araya getirilip yapay bir mezarlık oluşturulmuş. Büyük ihtimalle bu civar Osmanlı döneminde mezarlık olarak kullanılıyordu. Mezarlığın etrafı 2000 yılında Türk Büyükelçiliği’nin gayretleriyle çevrilip koruma altına alınmış. Evlad-ı Fatihan’ın kabirleri, Tuna nehrine nazır nefis yeşillik yamaçta bulunuyor. Buradaki kavuklu mezar taşları tarihe âdeta meydan okuyorlar ve Müslüman Türk’ün asırlar öncesinde burada olduğunu haykırıyorlar.

Sokullu Mustafa Budai Paşa (Rudas) Hamamı


Diğer adı Yeşildirekli Ilıca olan bu hamam, Budin Beylerbeyi Sokullu Mustafa Budai Paşa (1566-1578) tarafından yaptırılmış. Bu hamam Tuna nehrinin kenarında ve bugünkü Elizabeth köprüsünün hemen yanı başında Buda yani Budin tarafında yer alıyor. Yeşil kubbeli mütevazı bir bina. Bir tarafında sonradan yapılmış ekler olmakla birlikte, geleneksel Türk hamamı mimarisinin bütün unsurlarını barındırıyor. Budapeşte’deki diğer üç Türk hamamı gibi halen faaliyetlerini sürdürüyor. Bu hamam aynı zamanda Tuna nehri kenarında rahatlıkla göze çarpan tek Osmanlı eseri olma özelliğine sahip. Diğer Osmanlı kalıntıları biraz daha gözden ırak yerlerde. Budapeşte’de ilk gördüğüm ata yadigârı bu eser, beni fazlasıyla heyecanlandırdı. Öyle ya Macaristan nere, Türkiye nere.

Horozkapısı (Kiraly) Hamamı


Budapeşte’deki dört Türk hamamından bir diğeri Horozkapısı hamamı. Buda’nın kuzey tarafındaki Obuda semtinde yer alıyor. İki tarafına sonradan ilave yapılmasına rağmen, diğer cepheleri ve şirin kubbeleriyle kimliğini ilan ediyor. Görür görmez insanın içi ısınıyor. Bazılarına göre bu hamam, Yahya Paşa oğlu Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış. Fakat yaygın görüş Sokullu Mustafa Paşa dönemine ait olduğu yolunda. Budin düştükten sonra Kiraly ailesinin eline geçtiği için, Macarca bu adla anılmaya başlanmış. Bu hamamın tarihi de 1580 yılına kadar uzanıyor.

Debbağhane (Rac) Hamamı


Bu hamam, Buda kalesinin güneyinde, Gellert tepesinin yamacında kurulu. Sokullu Mustafa Paşa hamamının yaklaşık 200 metre ilerisinde. Osmanlılardan kalma kare şeklindeki esas bina arka tarafta olduğu gibi duruyor. Ancak bu hamamın dış mimarisi Mustafa Paşa ve Horozkapısı hamamlarından biraz farklı. Dört köşe binası diğerlerinin neredeyse iki katı yüksekliğinde. Çatısı da kubbeli olmayıp birbirleriyle uç uca bitiştirilmiş saçaklardan oluşmakta.

Veli Bey (Lukacs) Hamamı


Veli Bey hamamı Obuda tarafında ve Gül Baba Türbesi’nin az ilerisinde yer alıyor. Bu hamam diğer üç hamamdan farklı olarak orjinal görüntüsünü sonradan yapılan tadilatlar sonucunda kaybetmiş. Ben girmedim ama iç dekorunun geleneksel Türk hamamı özelliğini koruduğu söyleniyor. Macarca isimlerle anılsalar da Budapeşte’deki tüm hamamların Türklerden kalma olduğu ısrarla vurgulanıyor.

Gellert Tepesi Kalesi


Gellert Tepesi, Budapeşte’ye nazır en yüksek tepe. Buda tarafının güney ucunda yer alan bu tepeden şehrin her tarafını görmek mümkün. Bu tepe üzerindeki kalenin burçları Osmanlı’dan kalma. Ancak bu burçlardan başka Türklerden kalma özel bir ize rastlanmıyor. Osmanlı zamanında bu tepelerin yamaçları, tıpkı Margaret Adası’nda olduğu gibi bağcılık için kullanılmış.

Cami olarak kullanılmış kiliseler


Osmanlı döneminde Türk mimarisiyle inşa edilmiş camiler maalesef bugüne bırakılmadığı için, o dönemde cami olarak kullanılmış kiliselerden bahsetmekle yetineceğim.

Halen dimdik ayakta olan Magdalene Kulesi yani Orta Cami, Budin kalesinin içinde Siyavuş Paşa burcunda bulunuyor. Adından da anlaşılacağı gibi kule şeklindeki bu yapı, başkaları tarafından inşa edilmiş, Osmanlı döneminde de dönüştürülerek cami olarak kullanılmış. Bu dönemde yanına bir de minare ilave edilmiş. İlk bakışta hiç de ibadethaneye benzer bir görüntüsü yok. Bu kulenin yanında olması gereken minareyi ise göremedim.

Elizabeth köprüsünün Peşte ayağında yer alan Inner Town Parish kilisesi, bir zamanlar cami olarak kullanıldığı için mihrabı halen duruyor.  Kilisenin içine girdim ancak mihrabını göremedim. Çünkü kilisenin sadece bir kısmında durmanıza izin veriyorlar. Ben de cesaret edip kilisenin her köşesini araştıramadım.

Ziyaret edemediğim Buda tarafındaki Capuchin Kilisesi, Osmanlı döneminde cami olarak kullanılmış ve mihrabı duran diğer bir eser. Özellikle kilisenin güney cephesindeki Osmanlı tarzı kapı ve pencerelerin durduğu söyleniyor. Bu kiliseler sayesinde Osmanlı’nın hoşgörüsünün enginliğini rahatlıkla anlayabiliyoruz. Çünkü kasıtlı olarak hiçbir binayı yıkmamışlar. Camiye çevirdikleri kiliselerde bile orijinal dokusunu zedeleyecek tahribat yapmamaya özen göstermişler.

Margaret Adası’ndaki Kilise


Tuna nehri üzerindeki bu adadaki tarihi kiliselerden olan Premonstratensian Kilisesi 15. yüzyılda yapılmış ve Macaristan’ın en eski çanına sahip. Kilisenin kitabesinde 1541 yılında Türklerle yapılan savaşta büyük ölçüde yıkıldığı yazılı. 1914’te bir ağacın dibinden çıkarılan kilise çanının oraya Türkler tarafından gömüldüğü söyleniyor. Osmanlı dönemiyle ilgili bu tür rivayetlerde suçu Türklere atıp kurtulmak hâlen makbul bir yol Macaristan’da.

Macar Milli Sanat Müzesi


Bu müze Buda kalesindeki heybetli Kraliyet Sarayı’nın içinde yer alıyor. Macaristan’daki en eski tarihi sanat eserlerini bünyesinde barındırıyor. Ortaçağ ve Rönesans döneminden kalma resim ve heykelleri bulmak mümkün burada. Ama benim esas ilgimi çeken 19. yüzyıldan kalma ve Osmanlı’yla yapılan savaşları tasvir eden resimler oldu. Bazıları Osmanlı’nın Macaristan’ı fethini, bazıları da Osmanlı’nın yenilişini resmeden yaklaşık on kadar yağlı boya çalışması bulunuyor. Burada ilginç olan husus, 17. yüzyılda sona eren Osmanlı dönemine ait resimleri yapmak için 19. yüzyılın beklenmesi oldu. Bu da milliyetçilik akımlarının kuvvetlendiği 19. yüzyılda, Macar ulusal kimliğinin oluşturulmasında Türklerin ötekileştirilerek kullanıldığını göstermekte. Resimlerin tamamının savaş sahnelerini tasvir etmesi bu görüşü destekliyor. Üstelik müzenin kat girişlerindeki duvarlara iki devasa Osmanlı resmi konmuş. Biri Osmanlı’nın zaferini, diğeri de hezimetini simgeliyor. Bu da bilinçaltlarına Osmanlı’nın iyice kazınmış olduğunu ve Türklerin de tarihteki en büyük düşmanları olduğunu gösteriyor.

Kraliyet Sarayı’nın hemen önüne ve şehrin en merkezi yerine Abdurrahman Paşa’yı mağlup edip Budin’i ele geçiren Savoyi Eugene’nin at sırtında kocaman bir heykelini dikmişler. Buradan Macarların en büyük kahramanlarından birinin Türkleri yenen kişi olduğu anlaşılıyor. 

Macar Milli Müzesi


Peşte kısmında yer alan bu müze, Macaristan’ın en önemli müzelerinden biri. Macar tarihiyle ilgili her türlü bilgiye rastlamak mümkün burada. Türklere de hatırı sayılır bir yer ayırmışlar. Ancak pek hayırla yâd etmiyorlar. Tıpkı diğer Balkan ülkelerinde olduğu gibi, Osmanlı’yı ülkelerini gasp eden bir işgalci olarak görüyorlar. Halbuki Prof. Simai’nin dediği gibi Macaristan’daki gerçek Osmanlı tarihi araştırılsa ortaya bambaşka bir görüntü çıkacak.  Müzedeki gravürlerde Osmanlı dönemi Macaristan şehirlerinin şimdi yok olmuş o âhenkli ve bildik siluetini görünce üzülüyor insan. Osmanlı’nın üç kıta üzerinde nasıl böyle ortak bir kültür paydası oluşturduğuna şaşmamak elde değil. Gittiği her yere kendine has renk tonunu katmış Osmanlı. Müze ihtişamlı olmakla birlikte, içeriği pek doyurucu değil. Ancak yine de Türklerin hakimiyeti döneminden kalma bazı eşyaları görmek mümkün. Herhalde sağda solda kazara kalanı toplamışlar. Ayrıca I. Dünya Savaşı sırasında Galiçya cephesine çarpışmaya gelen Türklerin üniforma, rozet, nişan ve sancak gibi bıraktıkları eşyalar da sergileniyor müzede.

Budapeşte’deki Osmanlı eserlerini ziyaret ettikten sonra, gözümde Türklerin yaşadığı mekân canlanmaya başladı. Buda kalesinin güneyinde, yaklaşık 1-2 km karelik alan içerisinde Gellert Tepesi’nde Türklerden kalma bir burç, bu burcun yamacında iki hamam (Sokullu Mustafa Paşa ve Debbağhane), bu hamamların biraz kuzeyinde ve Kraliyet Sarayı’nın güney çaprazında bir Türk mezarlığı ve Sokullu Mustafa Paşa Hamamı’nın Tuna nehrine bakan kısmının hemen karşısında cami olarak kullanılmış bir kilise. Tüm tahribata rağmen Türk-İslam varlığı tüm canlılığıyla ortada duruyor. Türklerin çalıştıkları, temizlenip hoş beş ettikleri, ibadet ettikleri ve öldükten sonra defnedildikleri mekanların birer temsilcisi hâlen varlığını koruyor.

Buda kalesinin öbür tarafında, yani Kuzey ucunda ise son Beylerbeyi Abdurrahman Paşa’nın kabri, yaklaşık 50 metre ilerisinde Magdalene Kulesi (Orta Cami) var. Kalenin dışında yaklaşık iki üç km mesafe içerisinde Horozkapısı ve Veli Bey hamamları, halen cumbalı geleneksel Osmanlı evlerinin bulunduğu Gül Baba sokağı ve Gül Baba Türbesi. İşte Budin’in kuzey ve güney cephesi herşeye rağmen Türklerin izlerini devam ettiriyor. Varsın olsun pek çoklarını yıkmış olsun. Budapeşte’yi ziyaret ettikten sonra, Budin’in kaybından duyulan üzüntüyü dile getiren bir destandaki duyguları paylaşmamak elde değil.

Budin içinde uzun çarşısı

Orta yerde Sultan Mehmet Camisi

Kâbe suretine benzer yapısı

Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i

 


Estergon


Türklerin kahramanlık destanlarından birisi Estergon Kalesi. Adına Türküler yakılmış bu Kal’a için. Osmanlı’nın Macaristan’daki uç kalelerinden birisi Estergon ya da Macarca adıyla Estergom. Tıpkı Kanije, Eğri (Eger) ve diğerleri gibi... 1543’te Türklerin hakimiyetine geçmiş, II. Viyana bozgunundan sonra 1683’de düşmüş. Bizim için son derece anlamlı olan Estergon’da maalesef bize ait hiçbir iz bırakmamışlar. Bir tek kalesi  kalmış yâdigar. Âdeta tarihin bir devrini silmek istemişler. Türklerin camiye çevirdikleri kale üstündeki büyük katedral ise yerli yerinde duruyor.

Budapeşte’nin 66 km kuzeyinde yer alan Estergon, Tuna nehrinin kıyısında 30 bin nüfuslu sakin bir sayfiye yeri bugün. Türklerinki hariç tarihi dokusunu büyük ölçüde korumuş.  Özellikle kalesine çıkıp Tuna’yı ve nehrin hemen öbür tarafında yer alan Slovakya’ya ait Sturovo şehrini seyretmek ayrı bir zevk. Bir de Estergon Kal’ası türküsünü söylemek.

Estegon Kal’ası

Su başı durak aman

Kemirir gönlümü

Bir sinsi firak

Akma Tuna akma

Ben bir dertliyim

Yâr peşinde aman da gezer koşar

Yandım kara bahtlıyım

 

Estergon Kal’ası


Su başı kaya aman

Kemirir gönlümü

Aşk denen bela

Üftadeni hoş gör efendim

Gel etme cefa aman

Akma Tuna akma

Ben bir dertliyim

Yâr peşinde aman da gezer koşar

Yandım kara bahtlıyım

 


Szentendre


Budapeşte’nin 19 km. kuzeyinde yer alan Szentendre, yaklaşık 20 bin nüfuslu küçük ama Estergon gibi tarihi bir yer. Tuna nehri üzerinde kurulması ona ayrı bir güzellik katmış. Tarihi dokusunu Osmanlı dönemi hariç korumuş. Yükseliş döneminde Osmanlı yönetimindeki Belgrat’tan kaçıp gelen Sırpların burada barınmasına ve Ortodoks kilisesi kurmasına izin vermişler. Macaristan Osmanlı egemenliğine geçince bu durum sona ermiş. Türkler Macaristan’dan 17. yüzyılın sonlarında çekildikten sonra da Osmanlı topraklarında yaşayan Sırp, Hırvat ve Rumlardan buraya kaçışlar olmuş. Bu yüzden biraz da Ortodoksların mekânı haline gelmiş. Ama Türklere ait bir tek iz bile yok. Sadece Szententre’nin dar ve yokuş sokakları eski Türk şehirlerini hatırlatıyor bir nebze. 

Peç (Pecs)


Macaristan’ın güneyinde yer alan Peç, 170 bin nüfuslu gayet güzel bir tarihi şehir. Bu yönüyle insanı büyülüyor. Ancak beni buraya çeken Osmanlı’nın ayak izleri oldu.

Gazi Kasım Paşa Camii


Buraya cami-kilise de diyorlar. Çünkü şimdi kilise olarak kullanılıyor. Minaresi 1753 yılında yıkılıp yerine kule yapılmış. Caminin arka kısmındaki duvar yıkılıp yerine bir ek yapmak suretiyle kiliseye benzetmeye çalışmışlar. Peç şehrinin tam merkezinde genişçe bir meydana bakan bu eski cami, Macaristan’da Osmanlı’dan kalma en önemli ve büyük eser olma özelliğine sahip. Kubbe ve iç süslemelerine çeşitli kutsal figürler ve haç yapılmış. Mihrabın üstünde çarmıha gerilmiş kocaman bir Hz. İsa heykeli var. Ancak mihrapta yazılı olan kelime-i tevhit bugüne kadar gelmeyi başarmış. Yeşil büyük kubbesinin üzerindeki hilâlin üstüne kocaman bir haç kondurulmuş. Ama her şeye rağmen bu eski cami tüm asaletiyle ayakta. Müslüman Türk’ün buradaki varlığını haykırıyor âdeta. Bu yüzden olsa gerek şehrin en meşhur bu Cami-Kilise’sini Peç’in sembolü olarak kullanmakta çekingenler. Hediyelik eşyaların üzerinde simge olarak daha çok St Peter kilisesi kullanılıyor.

Yakovalı Hasan Paşa Camii


Bir Mevlevi dervişi olan Yakovalı Hasan Paşa külliyesine ait bir camiymiş burası. Türkler çekildikten sonra külliye yıkılmış sadece cami kalmış. 16. yüzyıldan kalma bu cami, benim sönmeye yüz tutmuş ümitlerimi yeniden yeşertti. Çünkü bu küçük cami, minaresiyle birlikte özelliğini koruyarak bugüne kadar gelebilmiş belki de tek eser. Biraz diğer binaların gölgesinde kalmış ama olsun. Onun dışındaki camiler bir bütün olarak gelememişler bugüne. Ya Gazi Kasım Paşa Camisi’nde olduğu gibi minaresi yıkılıp kiliseye çevrilmiş ya da Erd şehir merkezindeki gibi sadece minaresi kalmış.

Hasan Paşa Camii’nin içi müze şeklinde düzenmiş olsa da, buna cami müzesi demek daha doğru olacak. Ortadaki yürüme şeridinin dışındaki yerler halıyla kaplı. Buradaki halılar Türkiye Kültür Bakanlığınca 1975 yılında hediye edilmiş. Mihrabı, minberi ve kürsüsü, sonradan ilave edilmiş olsa da, yerli yerinde. Duvardaki panolarda hat sanatı örnekleri sergileniyor. Bu camiye bitişik duran binanın birinci katını da müzeye çevirmişler. İçinde Osmanlı’dan kalma eserler ve Mevlevilikle ilgili bilgiler var.

Memi Paşa Hamamı


Bu hamamın sadece yıkıntıları kalmış. Budapeşte’dekiler gibi ayakta değil maalesef. Ancak bu hamam kendiliğinden yıkılmış olsa gerek. Çünkü bölge halkı açısından son derece büyük bir işleve sahip hamam ve ılıcalar, Avusturyalı ve Macarlarca nedense hemen benimsenen tek Osmanlı eserleri olmuşlar.

Bunlar gidip görebildiklerim. Bir de gidemediklerim var. Ülkenin güneyindeki Peç’in hemen yanıbaşında bulunan Zigetvar ve Mohaç şehirleri de bunlar arasında. Özellikle Zigetvar’da önemli sayılabilecek bir  Türk varlığı mevcut. 10 bin nüfuslu Zigetvar’a Türk konsolosluğu bile açılmış. Kanuni’nin uzun süren saltanatını noktaladığı yer burası. Süleymaniye Camii ve Kanuni’nin iç organlarının gömülü olduğu kabri, yine kiliseye çevrilmiş bir Ali Paşa Camii’nin ve diğer bazı kalıntıların  bulunduğu  Zigetvar; Peç ve Budapeşte ile birlikte en çok Osmanlı eserlerine sahiplik ediyor Macaristan’da.

Her ne kadar hiç bir Türk eseri kalmamış olsa da, 1526 Mohaç meydan muharebesinin şahidi Mohaç şehri ile, Osmanlı’nın stratejik kaleleri olan batıdaki Kanije ve kuzeybatıdaki Eğri (Eger) görülmeyi hak eden diğer yerler. Bir de bir tek minare için bile olsa Budapeşte’nin yanıbaşındaki Erd şehrine gitmek gerekiyor.

 

Konuyla İlgili Kaynaklar


Hungary (2000) Paris, Lonely Planet.

TDV İslâm Ansiklopedisi Cilt:6 (1992) İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.




[1] Adnan Menderes Üniversitesi, Nazilli İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Araştırma Görevlisi
[2] Budapeşte’deki Orta Avrupa Üniversitesi’nce 15 Temmuz-2 Ağustos 2002 tarihleri arasında düzenlenen “Küresel Yönetişim” konulu yaz okulu.

Gül Baba Türbesi, Budapeşte
 
Son Budin Beylerbeyi Abdurrahman Abdi Arnavut Paşa’nın Kabri
 
Budapeşte
 
Gazi Kasım Paşa Camii, Peç
 
Yakovalı Hasan Paşa Camii, Peç
 
 
Estergon Kalesi

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Batı Trakya İzlenimleri


BATI TRAKYA[1] İZLENİMLERİ

 

Selçuk Çolakoğlu*


 

Haziran-Temmuz 2003


Yunanistan’dan ve üstelik Batı Trakya’daki bir üniversiteden[2] davet alınca hem çok şaşırdım hem de sevindim. Yıllarca adını televizyonlardan duyduğum, gazetelerden okuduğum ve daha çok da sorunlarıyla kamuoyunun gündemine gelen Gümülcine, İskeçe ve Dedeağaç gibi yerleri görme fırsatını yakalamıştım.

Yunanistan Yolunda

Benim için bu yurtdışı seyahatinin en önemli farkı, ilk defa olarak karayoluyla yurtdışına çıkacak olmamdı. Şimdiye kadar hep uçakla havaalanındaki gümrüklerden giriş çıkış yapmıştım. Gerçekten Batı Trakya’ya geçmenin en kolay ve ucuz yolu karayolu. Çünkü Edirne’nin hemen yanıbaşındaki Dedeağaç, Gümülcine ve İskeçe gibi yerlere uçakla gitmek daha yorucu ve pahalı olsa gerek. Hatta Selanik ve Atina’ya gitmenin en ucuz yolu İstanbul veya Keşan’dan otobüse binmek.

Yunanistan ve Türkiye arasında üç kara hudut kapısı bulunmakta. Bunlardan en önemlisi şüphesiz Keşan ilçesine bağlı İpsala kara hudut kapısı. İkinci bir kara hudut kapısı ise Edirne yakınlarındaki Pazarkule. Ancak burası İpsala kadar işlek değil ve buradan yapılan geçişler oldukça sınırlı. Bir de sadece demiryoluyla geçiş sağlanan Uzunköprü hudut kapısı var. İki defa giriş çıkış yaptığım Yunanistan’a giderken gümrük kapısı olarak İpsala ve Uzunköprü’yü kullandım.

İpsala’dan Geçiş


İpsala sınır kapısının Türk-Yunan siyasi ilişkilerinin genel seyrini gösterdiğini söylesek yanlış olmaz. Yaklaşık 10 sene kadar önce bu sınırdan geçmeye çalışan Türk vatandaşlarına Yunanlılarca casus gözüyle bakılırken, şimdiki manzara neredeyse tamamen farklı. Bu değişim hem İpsala’yı değiştirip geliştirmiş hem de buraya yakın olan Keşan’a ayrı bir canlılık getirmiş. Keşan, İstanbul-Çanakkale arasında bir kavşak noktası olduğu kadar, Yunanistan’a geçişte de önemli bir üs haline gelmiş. İstanbul-Selanik-Atina hattında işleyen ve yaz aylarında sefer sayıları oldukça artan çeşitli firmalara ait otobüsler, Keşan Garajı’na mutlaka uğruyorlar. Bu otobüslerle İstanbul’dan 35 milyona, Keşan’dan 20 milyon TL’ye Dedeağaç, Gümülcine ve İskeçe’ye gidebiliyorsunuz. Oldukça ucuz bir fiyat olmasına rağmen otobüsle Türk ve Yunan gümrüklerinden geçmek biraz zaman alıyor. Yaklaşık 60-70 km mesafedeki Keşan-Dedeağaç yolunu gitmek gümrük işlemleri yüzünden 3-4 saati bulabiliyor. Bu yüzden Batı Trakyalı Türklerin taksiyi tercih etmesine şaşmamak lâzım. Üstelik İstanbul-Selanik-Atina güzergâhındaki en ucuz alternatif olduğu için otobüs yolcuları arasında her milletten insana rastlamak mümkün. Temmuz ve ağustos aylarında buna bir de Batı Avrupa’dan Türkiye’ye gelen gurbetçilerimizin yoğunluğu ekleniyor. Selanik-İpsala otoyolu yapıldığından beri gurbetçilerimiz giderek artan bir oranda Bulgaristan yerine Yunanistan güzergâhını tercih etmeye başlamışlar. Bu yoğunluğu kaldırabilmek için 2002 güzünde İpsala’da daha modern tesisler hizmete sokulmuş.

Batı Trakya’ya gitmenin en kolay yolu ise dolmuş taksiler. İstanbul’dan 40 Euro’ya, Keşan’dan 20 Euro’ya dolmuş taksi bulup çok rahat ve zahmetsiz bir şekilde Gümülcine ve İskeçe’ye gitmek mümkün. Genelde dört yolcuyla hareket eden Yunan plakalı taksiler sizi gümrükten en kısa sürede geçirip istediğiniz adrese kadar götürüyor. Bu taksilerin talipleri genelde Yunan vatandaşı Batı Trakyalı Türkler. Zaten Yunan taksilerini işletenlerin çoğu da Türk asıllı. Sabahın erken saatlerinde İskeçe ve Gümülcine’den kalkan onlarca taksi, Keşan veya İstanbul’a geldiğinde tekrar müşteri bekleyip doldurduktan sonra Yunanistan’a dönüyorlar. 

Trenle Dönüş


Türkiye ve Yunanistan demiryolları arasında her gün bağlantı yapan bir tren var. Bağlantı noktaları ise Türk tarafında Uzunköprü, Yunan tarafında Pityon istasyonları. Aslında trenle gitmek yolun biraz uzaması anlamına geliyor. Çünkü tren Dedeağaç’tan kuzeye yönelerek Dimetoka üzerinden Pityon istasyonuna varıyor. Burası Yunanistan’daki son istasyon. Burada Yunan polisi pasaportları toplayıp istasyondaki gümrüğe götürüyor. Bir süre sonra da bu istasyona Türk treni geliyor. Bu ara tren sadece sınırı yani Meriç nehrini geçiriyor, bazen de İstanbul’a kadar yolcu götürebiliyor. Türk trenine binerken de bu sefer Türk polisi pasaportları toplayıp Uzunköprü istasyonundaki gümrüğe götürüyor. Türkiye’den Yunanistan’a geçerken de benzer işlemleri yaptırıyorsunuz. Velhasıl epey eğlenceli, tabii aceleniz yoksa.

Türk-Yunan sınırı ise oldukça anlamlı bir coğrafya. Çünkü sınırı Meriç nehri belirliyor. Nehrin üzerindeki köprülerin yarısı Türkiye’ye diğer yarısı da Yunanistan’a ait. Karayoluyla da geçmek heyecan verici ama yeşilliğin daha çok hâkim olduğu demiryolu güzergâhından gitmek ayrı bir zevk. Zaten Yunan treni Pityon’a gelene kadar hep nehir boyunca dizilmiş yerleşim yerlerine uğrayarak ilerliyor. Buradaki yerleşim yerlerinde hep kilise var, hiç cami yok. Yani bu sınır bölgesinde hiç Türk kalmadığı anlamına geliyor.

Batı Trakyalılarla Tanışma


Türkiye-Yunanistan arasında çalışan otobüs ve özellikle taksileri kullananlar genellikle Batı Trakya Türkleri. Tamamen size benzeyen ve çok iyi Türkçe konuşan bu insanların Yunan vatandaşı olduğunu ya konuşurken öğreniyorsunuz ya da gümrük kontrolleri sırasında pasaportlarını görünce anlıyorsunuz. Batı Trakyalı Türklerin adeta hayatları ikiye bölünmüş durumda. Bazılarının aile fertlerinin bir kısmı Türkiye’de diğer kısmı Yunanistan’da. Türk vatandaşlığını kazansın kazanmasın pek çoğunun her iki tarafta evi var. Bunda uzun yıllar gergin seyreden Türk-Yunan ilişkilerinin etkisi olmuş. İlişkiler gerginleştikçe Yunan hükümetlerinin Türk azınlığa yönelik baskıları artmış. Gayrimenkul edinmelerine ve yatırım yapmalarına izin verilmeyen Türk azınlığı da çareyi Türkiye’de yatırım yapmakta bulmuş. Hatta Yunanistan’daki geleceklerini garanti görmedikleri için Türkiye’de kendilerine bir mekân hazırlama ihtiyacı hissetmişler.

Türk-Yunan ilişkilerindeki yumuşama ve Avrupa Birliği (AB) standartlarının siyasi, iktisadi ve hukuki açıdan tüm Yunanistan’a uygulanmaya başlamasıyla birlikte Türk azınlığı da rahatlamış ve Türkiye’ye olan göç yavaşlamış. Fakat bu yumuşama Türk azınlığın Türkiye ile olan bağlarını azaltmayıp artırmış. Bu yüzden bazen taksiyle bazen otobüsle Türkiye’ye sık sık gidip geliyorlar. Turgut Özal’ın başbakanlığı zamanında Yunan vatandaşlarına uygulanan vizenin kaldırılması onları epey rahatlatmış. Üç ay süreyle Türkiye’de kesintisiz olarak kalabiliyorlar. Bazıları ise Türkiye’de sürekli oturma izni almış.

Batı Trakya’nın Osmanlı hâkimiyetinden çıkıp Yunanistan’a bırakılmasından sonra bölgedeki Türklerin sosyo-ekonomik yapısında dramatik bir değişim yaşanmış. Osmanlı döneminde hâkim unsur olan Türklerin, Yunan egemenliği döneminde sosyo-ekonomik statülerinde müthiş bir düşüş yaşanmış. Eskiden Batı Trakya nüfusunun yüzde 80’ini Türkler oluşturduğu için Rumlar daha rahat yaşayabilmek için Türkçe öğreniyorlarmış. O zamanlar Türkler zengin iken Yunanlılar da Türklerin yanında hizmetçi veya işçi olarak çalışıyorlarmış. Yunanistan Türklere uzun yıllar imar izni ve mal mülk edinme hakkı vermediğinden bu tablo zamanla değişip tersine dönmüş. Türklerin çoğu ‘iyi işi’ artık ya Türkiye’de ya da Almanya’da arıyor. Şimdi Yunanlılar patron, Türkler çiftçi veya işçi.

İstanbullu Rumlarla Batı Trakyalı Türkleri karşılaştırınca büyük bir uçurum olduğu görülüyor. İstanbullu Rumlar, her ne kadar sayıları epey azalsa da, birkaç dil bilen eğitimli, şehirli ve zengin. Bu yüzden Türkiye toplumunda kendilerine rahatlıkla itibarlı bir yer bulabiliyorlar. Türkiye’de kendini kabul ettirmiş ve saygı gören Rum asıllı işadamlarına, sanatçılara ve bilimadamlarına rastlamak mümkün. Hâlbuki Batı Trakyalı Türkler halen Yunan toplumundan dışlanmış vaziyetteler. Batı Trakya’da bile çok saygı gördükleri söylenemez.

Yerli Türkler, Türkiye’den gelenlere karşı büyük bir ilgi gösteriyor. Bir selamla başlayan ayaküstü bir sohbet izzet ve ikramlarla birlikte saatler süren bir dertleşmeye dönüşüyor. Konuşurlarken gözleri çakmak çakmak yanıp içlerini bir ateş kaplıyor. Onların bu hallerini görünce insanın içini bir sorumluluk biraz da suçluluk duygusu kaplıyor. “Şimdiye kadar niye gelmedim buralara?” diye soruyorsunuz kendi kendinize. Türk azınlık mensubu insanlar teşvik edilip moral verilmeye o kadar muhtaçlar ki! Özellikle Batı Trakyalı Türk gençleri büyük bir güvensizlik hissi içinde bulunuyor.

Batı Trakya’da Ulaşım


Batı Trakya’da ulaşım temel olarak demiryolu, eski karayolu ve son zamanlarda tamamlanmış otoyol vasıtasıyla sağlanıyor. Dedeağaç-Gümülcine arasını otoyoldan gidince Türk köylerini görmek pek mümkün olmuyor. Bu açıdan eski yol daha güzel bir seyir zevki sunuyor. Gümülcine-Dedeağaç arasındaki eski yolda şirin Türk köylerini ve Şapçı kasabasını görme fırsatını yakalıyorsunuz. Köylerden bazılarında sadece Türkler yaşıyor, bazıları ise karışık. Karma köyleri kiliseleri ve Hıristiyan mezarlıklarını görünce anlıyorsunuz.

Gümülcine-İskeçe arasında otoyoldan da Türk köyleri rahatlıkla görülebiliyor. Dağların yamaçlarına dizilmiş, merkezinde minareli camileri bulunan tipik Türk köylerini doğrusu Türkiye’dekilerden ayırt etmek imkânsız.

İsim Savaşı


Türkler ve Yunanlıların asırlar boyunca hemen hemen aynı coğrafyada yaşamaları beraberinde bir isim kargaşasını gündeme getirmiş. Genelde aynı şehrin hem Türkçe hem de Yunanca ismi var. Nadiren bazı şehirlerin her iki dilde ortak adı kullanılıyor. Bu nispeten anlaşılır bir durum.

Batı Trakya, yakın tarih açısından bakıldığında Yunanlıların yoğun olarak yaşadıkları bir yer değil. Batı Trakya’daki pek çok şehir Osmanlı döneminde ilk defa Türkler tarafından kurulmuş. Batı Trakya Yunanistan toprağı haline gelene kadar da nüfusunun ezici bir çoğunluğunu hep Türkler oluşturmuş. Kendilerine göre kötü bir kader olarak gördükleri Osmanlı İmparatorluğu’nun izlerini silmek için Yunanlıların başvurdukları yöntemlerden biri de Türkçe olan şehirlerin orjinal adlarını değiştirmek. Bu yüzden Batı Trakya ile ilgili olarak kullandığımız pek çok yer adının Yunanca’da farklı bir karşılığı var.

Yerleşim yerlerinden Gümülcine için Komotini, İskeçe için Xanthi, Dedeağaç için Alexandroupolis, Şapçı için Sapes, Sofulu için Soufli; Meriç nehri için Evros, Karasu nehri için Nestos; adalardan Semadirek için Samothraki, Taşoz için Thassos adları uygun görülmüş. Tarihi Türk şehirlerinden sadece Drama ve Kavala’nın adlarını değiştirmemişler. Bir de Osmanlı döneminde de kullanılan Dimetoka şehrinin adına kökeni Rumca olduğu için dokunmamışlar.

İşin diğer ilginç bir yanı Yunanlıların sadece Yunanistan’daki değil Türkiye’deki şehirlerin Yunanca isimlerini kullanma konusunda son derece kararlı olmaları. Yunanlılarla aynı ortamda bulunurken Türkler nezaketen Yunanistan şehirlerinin Yunanca adlarını kullanıyorlar. Ne de olsa bu topraklar artık onlara ait. Ancak aynı hassasiyeti pek çok Yunanlı Türklere karşı göstermiyor. Türklerle konuşurken Edirne yerine Andreapolis, İstanbul yerine Constantinapolis ve İzmir yerine Symrna diyebiliyorlar. Bazı Yunanlılar Türkiye şehirlerinin sadece Yunanca adlarını söylerken, bazıları Yunanca ve Türkçesini beraber söylüyor. Pek az Yunanlı sadece Türkçe adını kullanıyor. Üstelik Yunanlılar bu tür davranışı sadece gayri resmi bir ortamda değil, her iki taraftan resmi heyetlerin bulunduğu ortamlarda bile sergileyebiliyorlar. Genel olarak Türklerin isim kullanma konusunda Yunanlılara göre daha hoşgörülü olduklarını söyleyebilirim. Ne de olsa Türkiye’de antik dönemden kalma eski Yunan şehirlerinin adlarını hiçbir rahatsızlık duymadan kolayca kullanıyoruz.

Dedeağaç (Alexandroupolis)

Yaklaşık iki hafta süren Batı Trakya seyahatimin büyük bir kısmı Dedeağaç’ta geçti. Burası 30-40 bin nüfuslu küçük bir sahil yerleşim yeri. Üstelik Türkiye’ye çok yakın olduğu için Turkcell ve Telsim şebekeleriyle yurtiçi tarifeden arama yapmak mümkün. Dedeağaç’ın beklediğimden daha gelişmiş ve hareketli olduğunu söyleyebilirim. Yani üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi bir havası yok. Ana caddeler vızır vızır. Sokak ve caddeler temiz, bakımlı ve düzenli. Ege’nin mavi sularına baktığı için şehrin bir cazibesi var. Çok meşhur olmasa da insanlar burayı bir tatil yeri olarak görüyor. Akşam saatlerinde sahil yolu araç trafiğine kapatılıyor ve deniz kenarındaki tüm cafe ve barlar açılıyor. Ortalık o kadar kalabalıklaşıyor ki, insan bu kadar insanın nereden çıktığına şaşırıyor. Ya Dedeağaçlılar eğlenceye çok düşkün ya da dışarıdan epey turist çekiyorlar.

Ancak Dedeağaç’ta ciddi bir tarihi dokunun varlığından sözetmek mümkün değil. Arada sadece tek tük eski binalar var. Türkiye’ye bu kadar yakın bir yerde bize ait bir şeylere rastlayamamak insanı fazlasıyla üzüyor.

Dedeağaç Camii


Dedeağaç istasyonunun hemen ilerisindeki bir sokakta şehrin tek camisi bulunuyor. 20. yüzyılın başlarında büyük ölçüde yenilenmiş bu caminin etrafı yüksek apartmanlarla çevrilmiş. Adeta uzaktan görülmesi engellenmeye çalışılmış. Minaresinin tepesindeki hilâl sökülmüş ve bahçesinde azınlık okulu bulunduğundan olsa gerek Yunan bayrağı dalgalanıyor. Taş yapılı ve çatılı bu cami halen faaliyette. Caminin yanında üzerinde Osmanlıca kitabe olan iki eski kabir bulunuyor. Genel olarak cami bakımlı ve tertemiz.

Hemen dönüşte Keşan Garajı’nda rastladığım İskeçeli bir Türk, Dedeağaç’ta ancak 25-30 hane kadar Müslüman ailenin yaşadığını söyledi. Müdür de Dedeağaç’ın tek camisinin vakit namazları için cemaatinin bulunmadığından bahsetti. Camide sadece cumaları cemaatle kılınıyormuş. Cami 80-100 yıl kadar önce Bulgarlar tarafından yakıldıktan sonra tekrar yapılmış. Ancak caminin iskeleti ise daha eskiye dayanıyor.

Dedeağaç Türk Azınlık Okulu


Camiyi ilk ziyaretim sırasında siesta saati olduğu için ortalıklarda bilgi alabilecek kimsecikler yoktu. Etrafta başka Osmanlı eseri olup olmadığını öğrenmek için camiye tekrar uğradığımda hemen yanıbaşındaki lojman benzeri binadan sesler yükseliyordu. Ben de daldım içeriye. Meğer burası Türk azınlık okuluymuş. Sınıflardan birinde oynayan çocuklar Türkçe olarak Türk olup olmadığımı sordular ve sonra da beni müdür ve müdür yardımcısının bulunduğu odaya götürdüler. Burada okulun müdür ve müdür yardımcısı ile tanıştım. Müdür beyin anlattığına göre Dedeağaç’ta pek Türk kalmamış. Dedeağaç’ın tek azınlık okulunda ise yaklaşık 150 kadar öğrenci bulunuyor.

Gümülcine (Komotini)

40.000 nüfuslu Gümülcine Batı Trakya’nın en merkezi şehri. Gümülcine’ye gelerek hayallerimi süsleyen bir yeri daha görmüş oldum. Gerçekten de Gümülcine Dedeağaç’a göre oldukça farklı. Nüfusu yarı yarıya Yunan olmasına rağmen, bir Türk şehri olma kimliğini halen koruyor. Gökyüzüne süzülen minareleriyle camilerin siluetleri rahatlıkla fark ediliyor. Yollarda dolaşırken sık sık geleneksel kıyafetli Türk kadınlara ve Türkçe konuşmalara rastlıyorsunuz. En son çıkmış Türkçe kasetler ise her köşebaşında çalınıyor. Gerçi şehirde Türk ve Yunan mahallelerinden söz etmek mümkün. Türk mahalleleri sevimli ve küçük camileriyle, beyaz badanalı mütevazı tipik köy evleriyle hemen kendini belli ediyor. Yunan mahalleleri ise daha lüks yeni binalardan oluşuyor.

Gümülcine Camileri


Gümülcine’de irili ufaklı yaklaşık 20 cami var. Bunlardan üç tanesi şehrin merkezi yerinde ve diğerlerinden daha büyük. Bunlardan Tabakhane Camii nispeten diğer binaların gölgesinde kalmış çatılı bir camii. Tek şerefeli mütevazı bir minaresi var. En gösterişli olanı ise şehir meydanına hâkim bir yerde bulunan kubbeli ve iki şerefeli yüksek bir minareye sahip Eski Cami. Eski Cami’nin ana binasının yanında Türk mimarisiyle yapılmış başka bir yapı daha var.

Yeni Cami de kubbeli ve yanıbaşında tek şerefeli bir minaresi yer alıyor. Avlusunda Osmanlı’dan kalma büyükçe bir kabristan bulunmakta. Ancak tipik bir Osmanlı mimarisiyle yapılmış Gümülcine müftülük binası, Yeni Camii’yi biraz gölgelemiş.

Ziyaret ettiğim diğer camiler arasında Yeni Mahalle Camii, Kesikbaş Camii ve Kayalı Medresesi Camii ile adını öğrenemediğin otobüs garajı yakınındaki bir cami bulunuyor. Hepsi de mütevazı camiler. Şirin minareleri, kubbeli veya çatılı bu ibadethanelerin yanından göğe yükseliyor. Bunlardan Kayalı Medresesi, Kuran Kursu olarak da kullanılıyormuş. Camisinde ise üç vakit namaz kılınıyormuş. Yenimahalle Camii’nin dışı ve içi yakın zamanda epeyce yenilenmiş.

Gümülcine camilerinin tamamına yakını Osmanlı döneminden kalma eski camiler. Yunan makamları ihtiyaç olmadığı gerekçesiyle halen yeni bir caminin yapımına izin vermiyormuş. Gümülcineli bir Türk’ün anlattığına göre, Müslüman halk eğer bir cami yapma gereği duyarsa bunu bir gece içinde adeta bir gecekondu gibi inşa edip oldu bittiye getiriyorlarmış.

Tabakhane Camii imamının anlattığına göre, bu caminin cemaati pek kalmamış. Hâlbuki 1970 öncesi bu cami, çekme katıyla birlikte dolup taşıyormuş. Şimdi caminin bulunduğu semte daha çok Yunanlılar yerleşmeye başlamış. Türklerin hane sayısı ise sürekli azalıyormuş. Gençler ya Türkiye’ye ya da Almanya’ya gidiyormuş.

Gümülcine Saat Kulesi


Yeni Camii’nin hemen yanı başından II. Abdülhamit devrinde yapılmış bir saat kulesi yükseliyor. Orijinal kitabesi üzerinde duruyor. Birbirlerine yakın olan şehir merkezindeki saat kulesi, Eski ve Yeni Camilerin etrafı Türklerin mührünü vurdukları bir yer. Dar sokaklar ve Osmanlı mimarisiyle yapılmış dükkân ve evler. Tabii ki bu ortama hayat veren Türkler.

Gazi Evrenos Bey İmareti


Osmanlı döneminden kalma bu imaret şimdi bir Hıristiyanlık müzesi gibi işlev görüyor. 1,5 Euro vererek girdiğim bu yerin içinde birkaç yüzyıl öncesine ait Hıristiyan figür ve ikonları sergileniyor. İmaret, kiremit çatılı kubbeleri ve heybetli yuvarlak kirişleriyle müthiş bir seyir zevki sunuyor.

Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği


Burası Gümülcine’deki Kesikbaş Camii’nin hemen yanı başında ve Türk Konsolosluğu’nun az ilerisinde. Dernek Türk azınlığının eğitimle ilgili sorunlarının aşılması ve onlara daha iyi iş imkânı bulma amacına hizmet ediyor. Tanıştığım yetkililerden biri Anadolu Üniversitesi İngilizce bölümünden mezun olmuş. Ancak diplomasının denkliğinin Yunanistan’da kabulü için 8-9 fark dersi vermesi gerekiyormuş. Dernek bünyesinde bir de Genç Akademisyenler Topluluğu kurmuşlar. Trakya Bölgesi akademik yönden zayıfmış. Bu açıdan yakındaki en güçlü merkez Selanik imiş. Bu dernek Gümülcine’deki Batı Trakyalı Türklerin kurduğu kuruluşlardan biri. Son zamanlarda Türk azınlığın dernekleşme oranı artmış.

Genç akademisyenler derneğinin yanındaki dükkânda Türkçe-İngilizce-Yunanca kurslar düzenleyen başka bir merkezin yetkilisiyle konuştuk. Türk-Yunan ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte son iki yıl içerisinde Türkçe’ye olan talep neredeyse beş katına çıkmış. Özellikle Yunanlı işadamları Türkçe öğrenmek istiyorlarmış.

Gümülcine Türk Konsolosluğu


Gümülcine’de Türkiye’ye ait bir başkonsolosluk bulunuyor. Türkiye Konsolosluğu Gümülcine’deki tek yabancı misyon olma özelliğini de taşıyor. Şehrin merkezi caddelerinden birinde bulunan konsolosluğun bahçesindeki bayrak direğinde kocaman bir Türk bayrağı dalgalandığı için burayı fark etmek pek zor olmuyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında karşılıklı anlaşmalar çerçevesinde kurulan Gümülcine’deki Türk misyonundan Yunanlı makamların fazlasıyla huzursuz olduğunu tahmin etmek pek zor değil. Yunan makamları burada görevli Türk diplomatlarının anayol güzergâhı dışına çıkmalarına uzun yıllar boyunca izin vermemiş. Son zamanda bir rahatlama olmakla birlikte, Türk diplomatlarının Batı Trakya’daki her Türk köyüne gidebilmeleri halen sözkonusu değil.

Gümülcine Galatasaraylılar Derneği


Gümülcine’deki Türk Konsolosluğu’nun karşısında bir de Galatasaraylılar Derneği bulunuyor. İçerisi GS bayrak ve resimleriyle dolu. Televizyonda da bir Türkiye kanalından yayınlanan GS’nin özel bir hazırlık maçı vardı. Ziyaret edemedim ama Gümülcine’de Fenerbahçeliler Derneği de varmış. İskeçeli bir Türk bana İstanbul takımlarını tutma konusunda Batı Trakyalı Türklerin Türkiye’dekilerden daha fanatik olduklarını söyledi. FB-GS maçı sırasında aralarında kavga bile çıkıyormuş.

Siesta Saati


Yunanistan’da saat 14 ila 17 arası siesta yani öğle tatili. Bu saatler arasında sokaklarda insan ve açık dükkân bulmak neredeyse imkânsız. Dedeağaç, Gümülcine, İskeçe ve Kavala’da siesta saatlerinde gezmek gerçekten can sıkıcı. Ortalık bir anda ölü şehre dönüyor. Dükkânlar tekrar 17.00-20.00 saatleri arasında faaliyet gösteriyor. Bazı dükkânlar ise akşamları hiç açılmıyor. Gezme açısından en cazip gün cumartesi. Cumartesi öğleye kadar bir çok şehirde pazar kurulduğu için ortalık çok canlı ve hareketli oluyor. Pazar günü ise tümden tatil. Kısacası Yunanlılar günde neredeyse yarım mesai yapıyorlar. Bu çalışma tempolarını görünce zamanında Avrupa Birliği’ne katılmanın Yunanlılar için ne kadar hayati bir adım olduğunu daha iyi anladım.

İskeçe (Xanthi)

35.000 nüfusu olan İskeçe, eski ve yeni şehir olmak üzere iki kısımdan oluşuyor. Düzlük alanda kurulu yeni şehir dar sokaklara bakan çirkin betonarme binalardan oluşuyor. Türklere ait pek bir şey yok burada. Sadece Osmanlı döneminden kalma şirin bir saat kulesi var. İskeçeli bir Türk’ün dediğine göre önceden saat kulesi yakınlarında bir cami bulunmaktaymış.

Eski İskeçe ise dağın yamacına kurulmuş dar sokaklı eski Türk evlerinden oluşuyor. Her mahallede bir cami var. Şehir merkezinde yaklaşık 5-6 camii bulunuyor.

Genel olarak söylemek gerekirse Batı Trakya’nın en merkezi şehri Gümülcine. Hem Türklerin en yoğun yaşadığı yer ve hem de Türk-Müslüman kimliği şehrin en merkezi yerine mührünü vurmuş vaziyette. İskeçe ise daha küçük. Türkler daha bir azınlık durumunda İskeçe’de. Şehrin sadece kenar eski semtleri bir Türk mahallesi olma özelliğini koruyor. İskeçe’nin her yerinde Türklere rahatlıkla rastlanmakla birlikte, hatırı sayılır bir Yunan nüfus ve varlığı göze çarpıyor.

İskeçe Türk Birliği


İskeçe gezimiz sırasında Türk Birliği’ne de uğrama fırsatımız oldu. Gümülcine’de olduğu gibi İskeçe’de de bu tür dernekler adeta küçük Türkiye’yi sunuyor insana. Günlük Türkiye gazeteleri, Türkiye televizyonları vesaire. Burada konuştuğumuz yetkililer son yıllardaki yumuşamaya rağmen halen Türk azınlığın haklarının tam sağlanamadığından yakındılar. Kamu görevlerine alınma konusunda halen Türklere karşı çok hasis davranılıyormuş. Ancak Türk kimliğini inkâr edip Yunanlılara yakın duranlar kamu görevlerine alınıyormuş. Bu tür kişiler Türk birlik ve derneklerinden uzak duran kişilermiş. Eğer bu tür yerlere uğrarlarsa da derhal memuriyetten atılıyorlarmış.

Kavala


İskeçe’nin 15-20 km ilerisindeki Karasu nehrini geçince resmen Türk azınlık bölgesi bitiyor. Artık minareli köylere rastlamak mümkün değil. İskeçe’nin 60 km ilerisindeki Kavala ise Türklerin kurduğu köklü bir şehir olmasına rağmen, bir çok Rumeli beldesiyle aynı kötü kaderi paylaşmış. Türk ve Müslüman varlığının halen ciddi bir oranda bulunduğu Batı Trakya’da geçmişe ait izler büyük ölçüde korunabilmiş. Maalesef Kavala için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Ama yine de bize ait değerleri içinde barındıran bir belde. Çünkü geçmişin tüm hatırlarını silememişler.

Kavala doğal bir liman şehri olma özelliğiyle coğrafi olarak da kişilikli bir yer. Bu yönüyle yine bir sahil şehri olan Dedeağaç’tan çok farklı. Kavala gezimiz gerçekten doyumsuzdu. Doğal güzelliği ve bize ait tarihi dokusuyla beni büyüledi âdeta. Özellikle bir ada gibi denize doğru uzanmış kale kısmı.

Su Kemeri


Şehrin siluetine hâkim bu muazzam su kemeri, Kanuni Sultan Süleyman zamanında Kavala’yı canlandırmak üzere kuzeydeki dağlardan su sağlamak amacıyla yaptırılmış. Kavala’nın doğu girişi halen bu su kemerinin altından geçiyor.

Kavala Kalesi


Bu kale eski şehrin en tepe noktasında kurulu. Bir çok duvarı halen ayakta. Zindan kısmını da gezmek mümkün. Zaten bu kale içindekilerle birlikte Osmanlı’nın izlerini halen taşımaya devam ediyor. Cumbalı geleneksel Türk evlerinin büyük kısmı varlığını korumayı başarmış. Yunanlılar artık turizm adına bu yapıları korumaya başlamışlar.

İbrahim Paşa Camii

Bu cami, su kemerine giden yolda ve kale kısmının hemen yanında yer alıyor. Ancak şimdi Saint Nikolas Kilisesi olarak hizmet görüyor. Macaristan’ın Peç şehrindeki Gazi Kasım Paşa Camii gibi ana yapısı duruyor; ancak yanıbaşındaki minareyi yıkıp bir çan kulesi eklemişler. Arka tarafına da çirkin bir ek bina yapmışlar. Ancak yine de farklı bir kimlikle de olsa bugüne gelmesi büyük bir şans. Çünkü kale içindeki minaresiz Alaca Camii dışında diğer camilerin varlıklarını devam ettirmelerine izin verilmemiş. Cami daha doğrusu kilise kapalı olduğu için içini gezme şansım olmadı.

Alaca Camii


Kale içinde bulunan Alaca Camii harabe şeklinde varlığını sürdürüyor. Minaresi yıkılmış ancak kiliseye de çevrilmemiş. Kubbesinin üzerindeki hilâl halen duruyor. Ancak kendi kaderine terkedilmiş. Ne bir tadilat görmüş ne de Macaristan Peç’teki Yakovalı Hasan Paşa Camii gibi cami-müze haline sokma konusunda bir gayret var. İnsan varlığına seviniyor; ancak haline üzülüyor.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa Evi


Kalenin Taşoz adasına bakan ucunda tadilat görmekte olan heybetli ve güzel bir konak var. Burası Mehmet Ali Paşa’nın doğduğu ev. Konağın bahçesinde Mehmet Ali Paşa’nın validesinin mezarı bulunuyor. Ancak tadilattan dolayı kapalı olduğu için, konağın içini ziyaret edemedik. Konağın hemen önünde Mısır hükümetinin teşvikiyle yapılan Mehmet Ali Paşa’nın at üzerinde büyük bir heykeli var.

Yunanlılar Osmanlılardan ve Türklerden bahsetmemeye gayret etseler de modern Mısır’ın kurucusu Mehmet Ali Paşa’nın adını daha rahat kullanıyorlar. Ancak Mehmet Ali Paşa’nın da sonuçta bir Osmanlı paşası olduğunu görmezden gelerek. Bu yüzden Kavala’daki tüm eserlerin Mehmet Ali Paşa tarafından yaptırıldığını söylemek zorunda kalıyorlar. Hâlbuki Mehmet Ali Paşa’nın Kavala’da hiç bir idari görevi olmamış. Tarihe şaşı bakış ancak bu kadar olabilir.

İmaret / Büyük Medrese


Yine kalenin içinde Büyük Medrese olarak da adlandırılan büyük ve muazzam bir görünüşe sahip imaret bulunuyor. Maalesef burası da tadilat gördüğü için içini gezemedik. İrili ufaklı sıralı kubbeleri, kemerli kirişleri ve heybetli ana giriş kapısıyla maziyi haykırıyor burası. Ancak mahzun ve boynu bükük bir şekilde.

Sofulu (Soufli)

Sofulu Türkiye sınırında yani Meriç nehrinin az doğusunda yer alıyor. Dedeağaç’tan 65 km uzaklıktaki Sofulu ipek üretimi ve ticareti ile ün yapmış. Önce bir ipek üretim atölyesine oradan da şehir merkezinde eski bir Türk konağı görüntüsü veren yerdeki ipekçilik müzesine gittik. Tabii bu gezi Türkiye sınırının çok yakınında bulunan bir yerleşim yerini görme fırsatı verdi. Zaten şehir dışındaki yoldan giderken Meriç nehrinin kenarında sıralanmış ağaçları rahatlıkla görmek mümkün. Ancak sınırdaki Dedeağaç’ı da kapsayan Evros (Meriç) vilayetinde pek Türk bırakmamışlar. Türkler daha içeride Gümülcine ve İskeçe taraflarında yer alıyor.

Kanlı Kıbrıs Haritası


İlk defa Dedeağaç’ta anayol kenarında gördüğüm bir tabela beni oldukça şaşırttı. Tabeladaki Kıbrıs haritasında Türklere ait adanın kuzey kısmı kan rengi olan kırmızıya boyanmış ve buradan güneye doğru kan damlıyor. Yunanca ve İngilizce yazılarda “Kıbrıs’ı unutma” ifadesi yer alıyor. Yani Dedeağaç’taki Yunanlılara vatanlarına sahip çıkması uyarısında bulunuluyor. Sonradan aynı tabeladan Kavala’da da gördüm. Meğer bu tür tabelalar Yunanistan’ın her tarafında varmış. Türkiye ve Türk düşmanlığını açıkça körükleyen bu tür tabela ve afişlerin kaldırılması konusunda Türk devleti şimdiye kadar bir girişimde bulundu mu bilmiyorum.

Yunanlıların Kompleksi


Yunanlılar halen bir çok konuda bize karşı rahat değiller. Bunlardan biri de Batı Trakya. Karşılaştığınız bir Yunanlı’nın ağzından Batı Trakya’daki Türk varlığına ilişkin bir kelime işitmek çok zor. Adeta buradaki azınlığı görmezden geliyorlar. Ancak diğer yandan pek çoğunun bilinçaltında “Küçük Asya”da bırakılan toprakların kötü hâtırası var. Bunda Türkiye’den mübadele ile gelen Rumların sayısının çokluğu da etkili olsa gerek. Çünkü tanıştığınız insanlar arasında babası veya dedeleri Türkiye’den göç etmiş kimselere sıklıkla rastlıyorsunuz.

Yunanlılar Batı Trakya için bastırdıkları turistik amaçlı kitapçık ve broşürlerde Türklere ve İslâm’a ait bir şey göstermemeye özellikle dikkat ediyorlar. Bölgedeki Türk varlığından tek bir kelimeyle bahsedilmediği gibi, inanç turizmi ile ilgili basılan broşürlerde bile Gümülcine veya İskeçe’den bir tek bir cami karesi koymuyorlar. Hâlbuki Gümülcine ve İskeçe’ye gelen turistlerin gezebilecekleri en önemli tarihi yerler, Osmanlı döneminden kalma cami, medrese vb eserler. Bir kültürel zenginlik olarak dahi bu eserlerden bahsetmemeleri Yunanlıların azınlıklar konusunda ne derece hassas olduklarını gayet iyi gösteriyor.

Yunanlıların içlerinde bize karşı bir ümitsizlik ve bezginlik seziliyor. Yunanistan seyahatinden edindiğim bir izlenim de Türkiye’nin tartışmasız bölgenin lider ülkesi olduğu. İstanbul halen eski Osmanlı coğrafyasının ekonomik ve kültürel merkezi. Türkiye nüfusuyla, ekonomisiyle ve kültürüyle küçük komşularını âdeta bunaltıp etkisi altına alıyor. Yunanlıların kişi başına geliri 2003 yılı itibariyle her ne kadar 15 bin doları aşsa da, bize karşı olan psikolojik ezilmişliklerini aşmaları zor gözüküyor.

Yunanlılarla Kültürel Benzerlik


İnsan Yunanistan’ı ziyaret ederken çok zıt duyguların cenderesinde kısıp kalıyor. Bir tarafta tarihten gelen rekabet hatta düşmanlık, öbür tarafta müthiş bir kültürel benzerlik. Arada sadece dil ve din farkı var. Türkçe’nin yerini Yunanca ve camilerin yerini kiliseler almış. Gerisi aynı. Müzik, yemekler, insanların simaları, hâl ve hareketleri neredeyse ortak. Kim Yunanlı kim Türk ilk bakışta kesinlikle ayırt edilmiyor. Yollarda yürürken hiç yabancılık hissetmiyorsunuz. Eski ve yeni binaların mimarileri benzer, sokakların temizliği ve düzeni bile neredeyse aynı. Bazen isimler bile ortak. Dolayısıyla bir Yunanlıyla dostça bir sohbetin başlangıcı “biz aslında birbirimize ne kadar da çok benziyoruz” cümlesiyle başlıyor. Derken ortak kelime bulma yarışı geliyor.

Yunanlılar bizi pek sevmiyorlar ama Türklerin ve Türkiye’nin cazibesinden de kaçamıyorlar. Diğer taraftan mutfak kültüründen eğlencesine, oradan insanların karakterine kadar bu iki millet birbirine o kadar benziyor ki, aradaki bu çelişkiyi idrak etmek kolay olmuyor. Bu da derin bir araştırma konusu gerek.




[1] Günümüzde Batı Trakya denince akla Yunanistan sınırları içinde kalan ve Türkiye sınırındaki Meriç (Evros) nehrinden İskeçe’nin hemen batısında bulunan Karasu (Nestos) nehrine kadar olan bölge gelmektedir. 1923 Lozan Antlaşması’na göre, Batı Trakya bölgesindeki Türkler ile İstanbul’daki Rumlar mübadele dışı tutulmuşlar ve yerlerinde kalmalarına izin verilmiştir. Batı Trakya bölgesi idari olarak üç vilayetten oluşmaktadır. Doğuda merkezi Dedeağaç olan Türkiye sınırındaki Meriç vilayeti, ortada merkezi Gümülcine olan Rodop vilayeti ve batıda İskeçe şehrinin adının taşıyan İskeçe vilayeti yer almaktadır. Çeşitli kaynaklara göre değişmekle birlikte genel olarak 350.000 olan Batı Trakya nüfusunun 150.000’ini Türklerin oluşturduğu söylenebilir. Türklerin büyük kısmı Rodop ve İskeçe vilayetlerindeki şehir ve köylerde yaşamaktadır. Türkiye sınırındaki Meriç vilayetinde yaşayan Türklerin tamamına yakını ya Türkiye’ye ya da daha batıdaki yerlere göçe zorlanmıştır.
[2] Bu yazı, Trakya Demokritus Üniversitesi tarafından ilki 2-5 Haziran 2003 ve ikincisi 19-27 Temmuz 2003 tarihleri arasında Dedeağaç’ta düzenlenen “Uluslararası Alanda Akademik Temasların Teşviki” konulu seminerler sırasında yapılan gezilerden elde edinilen izlenimlere dayanılarak yazılmıştır.
* Dr., Adnan Menderes Üniversitesi, Nazilli İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
 
 
Dedeağaç Camii
 

Gümülcine
 
İskeçe
 
İbrahim Paşa Camii, Kavala
 
Kavala Kalesi
 
Kavalalı Mehmet Ali Paşa Heykeli